Makaleler

Savaş ve Kadın

Dünyanın her yerinde emperyalist çıkar savaşlarının en acımasız faturasını kadın ve çocuklar ödüyor. Örneğin; Irak, İran, Afganistan, Somali, Çeçenistan, Vietnam, Libya, Suriye vd. savaşlarında da tanık olduğumuz gibi tüm gerici emperyalist savaşlarda en büyük tahribatı kadınlar ve çocuklar yaşadı/yaşıyor. Emperyalizmin çıkartmış olduğu iç savaşlarda ve işgallerde savaş sadece ölüm demek değildir. Aynı zamanda açlık, yoksulluk, sefalet ve zulüm de demektir. Buna ek olarak kadınlar için taciz, tecavüz, şiddet, kadın ticareti ve erkek egemenliğinin militarize olmuş halidir de diyebiliriz.

Zira savaş sadece işgal edilen topraklarda ya da o coğrafyada yürütülmüyor. Savaş aynı zamanda kadının bedeni üzerinde de yürütülüyor. Feodal değer yargılarının bir parçası olarak toprak, ülke kadının bedeni ile özdeşleştirildiği için kadını ait olduğu toplumun, ulusun, ailesinin, erkeğin “namusu” olarak gören zihniyet, savaş ve işgallerde de kadının bedenine yönelik gerçekleştirdiği saldırıyla esasta savaş halinde olduğu gruba, ulusa, topluluğa da saldırmış oluyor. Ve kadın bedeni üzerinden bir işgal gerçekleştirmiş kabul ediliyor. Eğer kadına yönelik cinsel saldırıyla kadının namusu “lekelenmişse” o toplum da “lekelenmiş”, küçük düşürülmüş sayılıyor. Böylece o ulusun onuru kırılıp manevi olarak çöküntüye uğratılarak psikolojik üstünlük elde edilmek isteniyor. Bütün bunlar gerici tüm savaşlarda ilk hedeflerden birini kadın bedeni haline getiriyor. Taciz ve tecavüzle kadının bedeni talan ediliyor. Ayrıca savaş ganimeti olarak da görülüyor.

Gerici savaşlar aynı zamanda o coğrafyada ırkçılığı, milliyetçiliği, cinsiyetçiliği de körüklüyor. Hepsi iç içe geçerek kadın üzerindeki baskıyı, şiddeti daha da artırıyor. Erkek egemen zihniyeti ve saldırılarını pervasızlaştırıyor.

Savaşlar o ülkedeki açlığı, yoksulluğu, işsizliği, istikrarsızlığı yani geleceksizliği büyüttüğü için bu yönüyle de en çok kadın ve çocuklar etkileniyor. Yine en önce kadın ve çocuklar zorunlu göç ve mültecilik dayatılıyor. Bu zorunlu göçün de esas faturasını kadınlar ödüyor. Çünkü yerlerinden, evlerinden, toprağından olduğu gibi savaş gerekçesi ile göç ettikleri bölgelerde de açlığı, sefaleti yaşıyorlar. Cinsel, ırkçı saldırılara maruz kalıyorlar. Başta iletişim olmak üzere dil ve sosyal uyum gibi birçok sorunla uğraşıyorlar. Sığındıkları ülkelerde yaşadıkları mülteci kamplarında hem kendileriyle birlikte göç eden erkeklerin, kendi ulusdaşlarının hem de geldikleri ülkenin militarist güçlerinin, kamp görevlilerinin taciz, tecavüz gibi cinsel saldırılarına uğruyorlar. Buralarda zorla alınıp satılarak kadın ticaretiyle yüz yüze kalıyorlar. Yüzlercesi fuhuşa zorlanıp sürükleniyor.

Neo-liberal ekonominin vazgeçilmezi olan ucuz kadın emeği mülteci kadınlar için ucuz emeğin de ucuzunu oluşturuyor. Mülteci kadın ve çocuk emeğinin kullanımı köleci koşullarda, kapitalizmin oluşum sürecindeki sınırsız ve kuralsız sömürü biçimini aratmıyor. Buralarda kayıt dışı, güvencesiz, iş güvenliğinden yoksun biçimde boğaz topluğuna denilebilecek ücretlerle merdiven altı atölye ve tarlalarda çalıştırılıyorlar.

Haksız gerici savaşlarda kadınlara yaşatılan acılara, vahşete, sömürüye en son ve en yakın örnek olarak Suriye ve Rojava’da yaşananları verebiliriz. Buralarda iç savaşın yarattığı tahribatlar, ölümler, açlık, yoksulluk, toplu katliamlar, çeşitli kimyasal silahların kullanılması, zorunlu göç vb. yetmiyormuş gibi kadın bedeni de yine savaş arenasına dönüştürülmüş halde. Suriye’de artık tecavüz iç savaşın bir parçası haline gelmiş durumda. Binlerce kadın ve çocuk hem Suriye ordu mensuplarının hem de ÖSO ve El Nusra gibi çetelerinin tecavüzüne maruz kalıyor. Rojava’da ise Kürt direniş hareketini kırabilmek, moral üstünlüğü kazanabilmek için El-Nusra çetelerince camilerden Kürt kadınlarına tecavüz “helaldir” fetvaları veriliyor. İslam’a uygundur propagandalarıyla tecavüzü meşrulaştırmak için saatlik nikah kıyılıyor. Böylece yüzlerce kadın tecavüz edilerek katlediliyor. Binlerce kadın ise bu korku ve saldırılardan dolayı komşu ülkelere sığınıyor. Tüm bunların yarattığı psikolojik baskı, bunalım, travma ve intiharlar da en çok kadınları vuruyor.

Bu savaştan kaçan milyonlarca Suriyeli; Lübnan, Ürdün, Türkiye, Mısır gibi ülkelere sığınıyor ve mülteci kamplarına yerleştiriliyor. BM Suriye’deki iç savaşın dünyanın son 20 yıldır tanık olduğu en kötü mülteci krizine yol açtığını, 2013 yılında her gün yaklaşık 6 bin kişinin ülkeden kaçtığını söylüyor. Sığındıkları ülkelerin kamplarında ise kendilerini insanlık dışı koşullarda yaşamak, açlık, yoksulluk, cinsel saldırılar, kadın ticareti, ucuz işgücü olmak vb. biçiminde artık savaş rantına dönüşmüş bir hayat karşılıyor.

Kadınların sorumlusu olmadığı, erkek egemen kapitalist sistemin yarattığı savaşın bedelini ödemeyi de reddetmeli. Unutmayalım ki, bu noktada savaşa karşı çıkma zorunluluğu, yine en fazla biz kadınların omuzlarındadır. Savaşsız, eşit ve adil bir dünya isteğimizi haykırmak, kan ve barut kokusu altında karartılan geleceğimize sahip çıkmak, karanlığa karşı barikat olmak, zorunluluğumuz olmalıdır. (Gebze Kadın Hapishanesi’nden bir ÖG okuru)

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu