GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | Özgür Bir Gelecek İçin 1 Mayıs Alanlarına!

"1 Mayıs; işçi direnişleriyle daha fazla ilişkilenmek ve sınıfla daha fazla buluşmak adına; fabrika, direniş çadırı ziyaretleri ve işçi havzaları ve emekçi mahallelerde yaygın bir kitle faaliyeti ve buna paralel daha güçlü bir örgütlenme yaratmaktır"

İşçi sınıfının “Birlik Mücadele ve Dayanışma” günü olan 1 Mayıs’a sayılı günler kala dünyada ve ülkemizde önemli gelişmeler yaşanıyor.

Sadece günümüz açısından değil insanlık tarihi açısından da önemli bir yerde duran koronavirüs salgını etkisini sürdürüyor. Salgının tüm dünyayı etkilemeye devam ettiği koşullarda emperyalist-kapitalist ülkeler, virüse karşı önlemlerini devam ettirir ve aşılama çalışmalarını sürdürürken, ülkemizde ise tam bir yıkım söz konusu.

Emperyalist kapitalist merkezler bir yandan salgın nedeniyle çeşitli önlemler açıklarken, diğer yandan ise salgın üzerinden kendi çıkarlarını gözetmenin hesaplarını da yapmaktadırlar.

Bilimin kapitalist çıkarlara tabi olmasının doğal sonucu olarak, koşulları olduğu halde aşının yaygın üretimi yerine, “patent hakkı” gerekçesi ileriye sürülmektedir.

Özel mülkiyet dünyası bir kez daha insanlığın karşısına ölüm ve sömürü düzeni olarak çıkmaktadır. Kapitalistler arasında virüse karşı geliştirilen aşı konusundan tam bir kapışma yaşanırken, insanlığa ve özellikle de sömürge, yarı-sömürge ülkelerin, dünyanın yoksul halklarının payına aşısızlık dolayısıyla ölüm düşmektedir.

Ülkemizde ise salgın faşizmin uyguladığı “sürü bağışıklığı” politikasına bağlı olarak kontrolden çıkmış görünmektedir. Doğruluğu tartışmalı vaka ve ölüm sayılarında bile Türkiye dünya sıralamasında ön sıralarda yer almaktadır. Salgının başlangıcından itibaren virüsle mücadelede alındığı iddia edilen önlemlerin göstermelik olmasının yanında, normalleşme diye atılan adımlar da tam bir felakete neden olmuş görünmektedir.

Başta AKP’nin lebalep kongreleri olmak üzere, iktidarın salgın karşısında uyguladığı politika beraberinde açıklanan vaka sayılarında patlama yaşandığını göstermektedir. Halihazırda açıklanan vaka ve ölüm sayılarının giderek yükselmesi, AKP-MHP iktidarının virüs salgınına karşı yürüttüğünü iddia ettiği mücadelenin hangi aşamada olduğunu kanıtlamaktadır.

Sistem salgını “fırsat olarak” görmüş ve kendi hegemonyasını inşa etmenin aracı olarak kullanmıştır. Salgına karşı mücadele adı altında uygulamaya koyduğu bütün politikalar, doğruluğu ve etkinliği tartışmalı yasaklar, bırakalım vaka ve ölüm sayılarını düşürmeyi daha da artırmıştır. Tabipler Birliği’nin çok yerinde tespitiyle, iktidar hiçbir uyarı ve öneriyi uygulamamış, yanlış politikalarda ısrar etmiş ve “sosyal cinayet” işlemiştir.

 Türkiye ekonomisi çökmüş durumdadır!

Ortaya çıkan tablo AKP-MHP iktidarının tam bir halk düşmanı olduğunu göstermektedir. Salgın karşısında sağlık örgütlerinin uyarılarını hiçbir şekilde dikkate almayan iktidar, halkı kaderiyle başbaşa bırakmıştır. Bu duruma ek olarak “tek adam rejimi”nin hayata geçirdiği politikalar, özellikle de ekonomide attığı adımlar, Türkiye ekonomisini çökertmiş durumdadır.

Faşist diktatörlüğün dört ayda bir Merkez Bankası Başkanı değiştirdiği koşullarda, emperyalist mali sermayeye göbekten bağımlı ekonomi daha da bağımlılaşmış durumdadır. Bunu faşizmin kendi resmi kurumları bile açık açık ifade etmektedir. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın 2020 yılı son çeyreğine ilişkin dış borç stoku verileri, borç yükünün ağırlaştığını ortaya koyarken, ekonomideki krizin vahametini de gözler önüne sermektedir. Bakanlığın açıklamasına göre bir önceki dönem 435.1 milyar dolar olan brüt dış borç stoku, yüzde 3.5 artışla 450 milyar dolara yükseldi. Bu dış borç, milli gelirin de yüzde 62.8’ine denk düşüyor. Net dış borç stoku ise önceki dönemki 262.2 milyar dolarlık değerine kıyasla yüzde 2.5 artarak yüzde 268.9’a çıktı. Bunun milli gelire oranı ise yüzde 37.5 oldu. Bu rakamların anlamı Türkiye halkının sadece gününün değil geleceğinin de emperyalistler ve Türk hakim sınıflarınca çalındığıdır.

AKP iktidarının başta “beşli çete” olmak üzere en üstten en alta kadar kendi yandaşlarını kayıran politikaları, ihale ve teşvik dağıtımları tam bir yolsuzluk ve hırsızlık ekonomisi yaratmış durumdadır. Merkez Bankası’nın “ortadan kaybolan” 128 Milyar dolarının nerede olduğunu sormak, “cumhurbaşkanına hakaret” soruşturmasına neden olabilmektedir.

Sistem temsilcilerinin tıpkı Osmanlı “arpalık”larında olduğu gibi yüksek maaşlar almalarının sağlayacak banka yönetim ve denetim kurulu üyeliklerinde görev alması uygulaması genişleyerek sürüyor. R.T.Erdoğan’a koşulsuz biat eden bürokratlar aynı anda üç-beş yerden yüksek maaş alıyor. Sadece üst düzey bürokratlar değil rejimle şu ya da bu şekilde ilişkilenenlerin lüks hayatları, deste deste para balyaları, uyuşturucu bağımlılıkları gündeme geliyor. Ekonomik çöküşün yanında tam bir yozlaşma ve çürüme de söz konusudur. İslamcı-Kemalist iktidarın hedeflediği “Asım nesli”nin yerini, “Kürşat gençliği” almış durumdadır.

AKP-MHP iktidarı temsilcisi oldukları hakim sınıfın çıkarları için kendi yandaşlarına her türlü imkan ve olanağı yaratırken, işçi sınıfına ve halka yönelik faşist saldırganlığı tırmandırıyor. Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi ve kimi demokratik kurumları hedef tahtasına konuluyor, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldığının ilan edilmesiyle kadın hareketinin kazanımlarına yönelik saldırılar artırılıyor; gençlik Boğaziçi Direnişi’nde olduğu gibi faşist saldırganlığa maruz bırakılıyor, LGBTİ+ hareketi sapkın ilan edilerek ötekileştirilip-düşmanlaştırılıyor, Alevilere yönelik sistemli baskılar da sürdürülüyor.

Rejimin saldırganlığının bu denli artması, iktidarın “küçük ortağı” MHP liderinin “Anayasa Mahkemesi’nin kapatılması” gibi rejim açısından akla ziyan önerileri ise sıkışmışlık ve yönetme krizi ile ilgilidir.

İşçi sınıfı ve emekçiler salgının da etkisiyle artık bir ekonomik kriz olmaktan çıkan ve ekonomik bir çöküşe dönüşen koşullarda yaşam savaşı veriyor.

İşsizliğin çığ gibi büyüyüp on milyonları aştığı, çalışma koşullarının ve yaşam standardının gözle görünür biçimde gerilediği koşullarda, yoksul halk pazarlardan arta kalan sebze ve meyve topluyor, fırınlardan yarı fiyatına bayat ekmek almak zorunda kalıyor. Faşizmin kendi kurumu TÜİK bile, TÜFE aylık bazda yüzde 1.08 artarken, yıllık enflasyon ise 2019’dan sonra ilk kez yüzde 16’yı aştığını ilan ediyor. Bunun anlamı emeğiyle geçinen halkın giderek daha fazla yoksullaştığı, alım gücünün her geçen gün düştüğüdür. Nitekim bu ekonomik çöküş nedeniyle artık işçi ve emekçiler yoksulluk girdabında, borç sarmalı içinde intiharı seçiyorlar.

Sistemin yaşadığı bu sıkışmışlık hali, beraberinde bir yandan içte saldırıları artırırken, diğer yandan dış politikada emperyalistler arasında yaşanan saflaşmada kendi çıkarı açısından manevralar yapmaya itmektedir. ABD emperyalizminin yeni yönetiminin Çin ve Rus emperyalizmini hedefleyen yönelimi, Türk hakim sınıfları temsilcilerinin “telefon başında” tetikte beklemelerine neden olmaktadır.

Ukrayna krizi ve emperyalist çıkarlara göre konumlanma adımları

Dünya salgın etkisi altında iken ve salgın da esas olarak işçi sınıfını, emekçileri, yoksulları vururken, emperyalist-kapitalist sistem içinde kamplaşma ve saflaşmalar da tüm hızıyla sürmekte, çelişkiler keskinleşmektedir.

ABD emperyalizmi, kaybettiği mevzileri yeniden elde etmek ve özellikle de Çin emperyalizmi karşısında ön almak için yeni politikalar devreye sokmaktadır. ABD, seçimleri kazanan J. Biden’in ağzından Rus emperyalizmini düşman ilan etti ve buna göre adımlar atmaya başladı. Bu adımlardan birisi ve göründüğü kadarıyla çatışma potansiyeli yüksek olan Ukrayna ve Rusya arasındaki sorundur.

Arka planında ABD, AB ve Rus emperyalizminin çatışma ve çıkarlarını barındıran Ukrayna meselesi önümüzdeki günlerde gündemi belirleyecek bir etki taşımaktadır. Özellikle Ukrayna’nın NATO üyeliğinin gündeme getirilmesi ve bunun karşısında Rusya’nın bölgeye askeri güç yığması ve lokal çatışmalar yaşanması bölgede savaş riskini artırmaktadır. Emperyalist güçler arasında Ukrayna üzerinden yaşanan saflaşma ve dalaş sadece bu bölgeyi değil, TC’nin başta Ortadoğu olmak üzere bölgedeki politikalarını da etkileyecektir.

Bir NATO üyesi olan TC’nin Rusya ile geliştirdiği ilişkiler öteden beridir başta ABD olmak üzere eleştirilmektedir. Nitekim son olarak ABD Dışişleri Bakanlığı, CAATSA (Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşılık Verme Yasası) kapsamında uygulanmasına karar verilen yaptırımların 7 Nisan’da yürürlüğe gireceğini duyurdu. Açıklamada, yaptırıma “SSB’nin, Rusya hükümetinin savunma ve istihbarat kurumlarının parçası olan ya da bu kurumlar adına faaliyet gösteren bir şahısla kasti olarak önemli bir işlem gerçekleştirmesi” gerekçe gösterildi.

ABD emperyalizminin yeni yönelimi beraberinde TC’nin ve Türk hakim sınıflarının bu yönelime göre kendilerini konumlandırma çabası içinde olmalarını getirmektedir.

ABD Başkanı’ndan beklenen ve bir türlü gelmeyen telefonun yanında, örneğin 8 Nisan’da Millî Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın İngiltere’ye yönelik gerçekleştirdiği ziyaret dikkat çekicidir. Yapılan resmi açıklamada “ikili ve bölgesel savunma ve güvenlik konuları ile savunma sanayii alanında iş birliği”nin ele alındığı ifade edilmektedir. Anlaşıldığı üzere TC, emperyalistler arası dalaşta kendini yeniden konumlandırmak istemekte ve bu yönlü adımlar atmaya çalışmaktadır.

TC’nin ABD’deki Başkanlık seçimleri sonrasında “yeniden Batı’yı hatırlaması”, R.T.Erdoğan’ın ağzından reform paketleri açıklanması, “NATO’ya bağlılık yeminleri”, “S-400’leri kullanmama çıkışları” vb. bununla ilgilidir. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında kendi bekası için Rusya’ya yakınlaşan ve özellikle de Suriye’deki işgal ve ilhak saldırılarında bu politikasının sonuçlarını alan R.T.Erdoğan, gelinen aşamada yine beka sorunu için dümeni tekrar NATO’ya kırmış, ABD ve AB emperyalizmine tam sadakatini ilan etmektedir. Bu amaçla manevralar yapmakta, ortaya çıkan çelişki ve çatışmalardan, tıpkı bir tüccar gibi kendi bekası açısından yararlanmayı amaçlamaktadır.

TC daha kuruluşundan itibaren emperyalizmin bir yarı sömürgesi olarak hareket etmiştir. Özellikle bulunduğu bölgede hem kendi halkına hem de bölge haklarına yönelik emperyalizmin jandarmalığını yapmıştır. Örneğin AB emperyalizmi temsilcilerinin son Ankara ziyareti, TC’nin bu niteliğini göstermiştir.

AB emperyalizminin ziyareti her ne kadar “protokol krizi” ve bu anlamıyla kadın politikacının ayakta kalmasıyla tartışılsa da esas olarak görüşmede alınan kararlar dikkat çekicidir. AB emperyalizmi bir kez daha TC’ye arka çıkmıştır. Times gazetesi 6 Nisan Ankara’da AB liderleri ve R.T.Erdoğan arasındaki görüşmede, AB’nin yeni göç dalgasını önlemek için Türkiye’ye daha fazla para teklif ettiğini yazmaktadır. Yine TC faşizmi 6 milyar dolarlık para karşılığında Doğu Akdeniz’de taviz vermiş görünmektedir. Kısacası AB emperyalistleri parayı bastırmışlar ve istediklerini almışlardır.

Emperyalistler arası Ukrayna merkezli yaşanan saflaşma doğrudan Türkiye’yi de etkilemektedir. Emperyalizmin bir yarı-sömürgesi olan ve bulunduğu bölgede haklara karşı emperyalist çıkarların koçbaşı görevini sürdüren TC, bu özelliğiyle emperyalistler arasında yaşana saflaşmadan ve dalaşmadan doğrudan etkilenmektedir.

İç politikası da bu çıkarlara göre şekillenmektedir. Nitekim “Amiraller Bildirisi” ve kopartılan “darbe” mağduriyeti de bununla ilgilidir. Faşizmin kendi içinde daha kısa bir süre önce “Mavi Vatan” propagandası eşliğinde Ergenekon artıklarıyla girdiği “yol arkadaşlığı”nın önemli bir darbe aldığı görülmektedir.

Amirallerin “1936 Montrö Konvansiyonu”na bağlılık ilan eden ve tarikatçı bir askerin görüntüsüne karşı itirazları AKP-MHP iktidarı tarafından haddinden fazla bir tepkiyle karşılandı. Kopartılan gürültünün şiddeti, meselenin sadece iç politikayla ilgili olmadığı, rejimin içte yaşadığı tıkanmaya paralel dışarda yaşadığı sıkışmanın etkisiyle açıklamak gerekir.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir; Ordunun “Kemalist kodları” değişmiştir. “Atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmiş”tir. TSK, özellikle 15 Temmuz sonrasında, tam anlamıyla İslamcı Kemalist bir formata büründürülmüştür. Laik ordu diye savunulan faşist askeri gücün örneğin Suriye’de eli kanlı DAİŞ ya da ÖSO çeteleriyle omuz omuza katliamları unutulmamalıdır. Amirallerin laiklik hassasiyeti ordunun Rojava topraklarında İslamcı çetelerle kol kola işlediği katliamlarda gündeme gelmemiştir.

Bu arada D. Perincek faşistinin anında “yol arkadaşları”nı sattığını, Reis’inin yanında konumlandığını hatırlatmak gerekir. Perinçek yine ve yeniden tarihsel rolünü oynamaktadır! Ve yine hatırlatmak gerekir ki amirallerin bildirisinden sol ve adına “anti emperyalizm” çıkaran açıklamaların varlığı, Kemalizmle hesaplaşmamış, onu hakim sınıfların ideolojisi ve emperyalizm işbirlikçisi olduğu gerçeğini kavrayamamış olmakla ilgilidir.

 

Emeğimiz ve geleceğimiz için birleşik, güçlü bir 1 Mayıs!

Hakim sınıflar kendi içlerinde sıkıştıkça çözümü işçi sınıfına ve emekçi halka saldırıda bulmaktadırlar. Nitekim hakim sınıflar salgınla birlikte işçi sınıfına ücretsiz izin ve Kod-29 ile işten çıkarma uygulamasını artırmışlardır.

Sistem salgın döneminde “işten çıkarmaların yasak” olduğunu ilan etmesine rağmen, DİSK-AR’ın araştırmasına göre 2020 yılında salgın sırasında 176 binden fazla işçi Kod 29 bahanesiyle işten çıkarılmış durumdadır.

Hem dünya da hem de ülkemizde burjuvazi salgını tam anlamıyla fırsata dönüştürmüştür. Çalışma koşullarını salgına göre düzenleyen, kimi hakları tırpanlayan burjuvazi sömürüsünü daha da artırmış durumdadır.

Forbes Dergisi’nin yayımladığı “Milyarderler Listesi”ne göre, salgın sürecinde milyarderlerin sayısı 660 kişi artarak 2 bin 755’e yükselmiş durumdadır. Liste’de Türkiye’den de 26 isim yer aldı. Türk milyarderlerin toplam serveti 53.2 milyar dolar olarak açıklanmıştır. (Euronews, 6.4.21) Kısacası işçi sınıfı salgın döneminde de burjuvazinin kârına kâr katmak, sermayenin çıkarları için ölümüne çalıştırılmış durumdadır. İSİG Meclisi’nin açıklamasına göre sadece Mart ayında 142 işçi iş cinayetinde hayatını kaybetmiş durumdadır.

İşçi sınıfı gerek enternasyonal anlamda ve gerekse de ülkemizde burjuvazinin bu saldırganlığına karşı direniş içindedir. Türkiye işçi sınıfı küçük ama yaygın bir pratik konumlanış sergilemektedir. İşçi sınıfının ve ezilen dünya haklarının “birlik mücadele ve dayanışma” günü olan 1 Mayıs’a giderken bugün acil olan ihtiyaç, sınıfın değişik katmanları ve bölükleri arasındaki dayanışma ve birliği güçlendirmek ve birleşik bir mücadele hattı örmektir.

1 Mayıs; işçi sınıfı ve emekçilerin faşist düzene karşı gelişen tepki ve öfkeleriyle buluşmak için yakına ama ileriye doğru attığımız adımları hızlandırmanın ve güçlendirmenin adıdır.

1 Mayıs; işçi direnişleriyle daha fazla ilişkilenmek ve sınıfla daha fazla buluşmak adına; fabrika, direniş çadırı ziyaretleri ve işçi havzaları ve emekçi mahallelerde yaygın bir kitle faaliyeti ve buna paralel daha güçlü bir örgütlenme yaratmaktır.

1 Mayıs; birleşik mücadeleyi daha geniş kesimlere taşımaya, faşist düzenin karşısında sınıfın birliği ve dayanışmasını sağlamak adına daha güçlü çıkışın adıdır.

Emeğimiz ve özgür geleceğimize sahip çıkmak için 1 Mayıs’a!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu